Category Archives: RöportajlarI

…artık Hülya Küpçüoğlu konstrüktivist tarzda işler yapmayacak…


…artık Hülya Küpçüoğlu konstrüktivist tarzda işler yapmayacak…

 Galeri Artist Çukurcuma’da 8-23 Eylül 2011 tarihleri arasında gerçekleşecek olan kişisel sergisini, Yeşilçam yüzlerinin Hülya Küpçüoğlu’nun resimlerinde yer alma serüvenini, yılların deneyimini, yapıtlarını, değişimi, sanatçı – sanat yazarı kimliğinin samimi yorumlarıyla geçmişten günümüze sanat ortamını bu sefer ben sordum o anlattı…

Güneş Hüseyinkulu

G.H: Son iki kişisel serginizin konseptinde Türk Sinema tarihinden önemli bir dönem olan Yeşilçam Dönemine ilişkin çalışmalar sunuyorsunuz. Bu dönemi tercih etme nedeniniz  ve temelinde yatan unsurları nelerdir?

H.K: Yaklaşık 2005 yılında, o zamana kadar yaptığım işlerin, bir müddet sonra yapmak istediğim şeyleri yansıtmaya yetmediğini gördüm. Başka şeyler yapmak istiyordum. Ama ne olabilirdi? Genel olarak hayatın yoğunluğu yanında sinemanın büyülü atmosferine bakmak istedim…

G.H.: Peki teknik anlamda geçiş süreciniz nasıl gerçekleşti ?

H.K.:  O zamana kadar aslında konstrüktivist tarzda işler yapıyordum. Fakat onlarla ilgili o dönemde sorgulama sürecine zaten girmiştim. Tabi şunu da eklemeliyim; onları “bitirdim” demiyorum, sadece şu an “bıraktım” diyorum. Sonra ne olacağı belli olmaz… Daha önceki resimlerim yüzey resmiydi. Ancak o soyut ifadelerin arasında figür formunu da kullanıyordum. Yüzey resminden böyle figüratif bir resme geçerken birden bire geçiş olmuyor haliyle çok uzun değil belki ama bir geçiş dönemim var.

G.H.: Şimdiki tekniğinizi tema ile ilişkilendirirken sadece figür deseni üzerinden mi, yoksa çoğunlukta olan seçtiğiniz portrelerin karakteristiği üzerinden mi ilişkilendiriyorsunuz?

H.K.: İki türlü de olabiliyor. Çünkü bazen kullandığım teknik beni zorluyor. Açıkçası teknik açıdan çalışmaları yaparken biraz da olayı akışına bırakıyorum, kendi içimden nasıl geliyorsa biraz öyle gitsin diyorum…

G.H.: Yani önceki tekniğinize nazaran artık daha deneysel bir yaklaşım mı söz konusu?

H.K: Evet daha deneysel gelişiyor.

G.H.: Yeşilçam dünyası çok zengin bir alan. Seçtiğiniz isimler kişisel beğeniler üzerinden mi yoksa belirli bir planlamaya sadık kalarak mı seçildiler?

H.K.: İlk sergimde seçtiğim isimlere bakacak olursak orada elbette duygusal yaklaşımım vardı. Mesela Türk sinemasında dört önemli kadın sanatçı vardır ama geçen seneki sergimde onlardan sadece iki tanesini yapabildim. Buna biraz sergi açtığım mekanın küçük olması biraz da onlara farklı sergilerde yer vermek istemem sebep oldu. Ayrıca sergide insanlara farklı rollerde oynamış, farklı karakterleri canlandırmış kişileri seçip sunmak da istemiştim. Dolayısıyla biraz duygusal biraz mantıklı, ikisini harmanlayarak isimler seçildi ve yapıldı.

Bu sergiye bakacak olursak da ilk sergimin devamı niteliğinde fakat bu sefer erkek oyuncuların isimlerinin ağırlıkta olduğu bayanları tek tük göreceğimiz bir sergi. Burada da isimleri seçerken daha önce resmini yapmadıklarımı seçtim. Yeşilçam zengin bir alan. Hepsinin film dünyasında canlandırdıkları karakterlerle çok farklı yerleri var. Konsept çerçevesinde biraz teknik şeyleri göz önünde bulundurarak ama aynı zamanda planlayarak seçildiler.

G.H.: Son çalışmalarınız seri niteliği taşıyor ve çalışmalarınızın devamı  yine Yeşilçam’la ilgili olarak gelecek  diyebilir miyiz?

H.K.: Evet devam edecek. Bundan sonraki sergilerde mesela daha tematik bir takım şeyler düşünüyorum. Ben bunu büyük bir serinin küçük parçaları olarak düşünüyorum. Aslında benim için geçen sene açtığım kişisel sergi şöyle de bir anlam taşıyordu; daha önce bir değişim süreci yaşadığım için karma sergilerde tek tek sergilediğim işleri, topluca göstererek ‘Hülya Küpçüoğlu konstruktivist tarzdaki işlerini şu an itibariyle bıraktı ve artık başka bir sürece geçmiş durumda.’ Ben insanlara “artık bunu yapıyorum” demek istedim çünkü o sergilerde görmüş oldukları tek ya da ikili farklı işler insanların akıllarında soru işareti yaratabilirdi “Yani Hülya ne yapıyor? Daha önce kişisel- karma sergilerinde şunları yaparken şimdi bunları görüyoruz.” demiş de olabilirler.

G.H.:  Bu sanatçı olarak yenilenme ya da başkalaşma süreci kendi içinizde bir ilerleme mi?

H.K.: Evet ben bunu hem yenilenme hem de ilerleme olarak görüyorum aynı zaman da cesurca da… Her sanatçı sanatını değiştirmek zorunda değil. Kimi sanatçı sanat hayatı boyunca tek bir tek şeyin üzerine gider ve onu yapar kimisi de değişir. Ben değişimi tercih ettim.

G.H.: Seçtiğiniz isimler sinema sektöründe ön plana çıkan, Yeşilçam’ın ikonlaşmış olarak tanıdığımız isimleri.  Onları resim yüzeyine alarak farklı noktaya taşımaktasınız. Bununla ilgili tekrar bir ikonlaştırma söz konusu mu yoksa ele aldığınız kişileri hatırlatma çabası mı var?

H.K.: Hatırlatma demek istemiyorum çünkü onlar zaten özellikle belli bir kuşağı belki birkaç kuşağı çok etkilemiş isimler. Aynı zamanda zaten bu isimler hala televizyonlarda sık sık görülüyor. Yani yeni kuşaklar da bu isimleri izliyor. Evet portreleri ağırlıkta yaptığım için elbette orada bir ikonlaştırma söz konusu ve bunu severek, isteyerek, bilinçli bir şekilde yapıyorum. Biz, günümüzde geçmiş filmlerin ya da dizilerin yeni versiyonlarının çekildiğini biliyoruz ve izliyoruz, o dönem replikleri veya esprileri tekrar günlük hayatın içinde yer alabiliyor. Bu, onların günümüzde hala popüler kültürün bir parçası olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda kişilerin de artık bir fenomen haline geldiğini…

G.H.: Bundan önceki kişisel serginizde enstalasyonlarınızla ilişkilendirilebilecek fakat yeni olan -kutular içinde film karelerinden oluşan- çalışmalarınızı bu serginizde de görebilecek miyiz yoksa o çalışmalar geçiş sürecinin parçalarımıydı?

H: Aslında önceki çalışmalarımda da yaptığım resimleri ya da kolajları üçüncü boyuta taşıyordum. Yani yaptığım bir resmin hep 3 boyutlusu düşünme eğilimindeyim. Dolayısıyla içimde her zaman sahip olduğum “üçüncü boyuta nasıl taşırım” ya da “bir şeyi üçboyutlu hale nasıl getirebilirim” düşüncesini buraya da taşıdım. Geçen sergide portrelerin dışında film karelerine de yer vermek istediğim için bir takım film kareleri seçip bu film karelerini kutular içerisine yerleştirerek üçüncü boyuta taşımıştım. O serginin ve sürecin bir parçasıydılar.  Ama bu sergide 3 boyutlu iş olmayacak…

G.H.: Yani seçtiğiniz film karelerine ait bir mekan mı yarattınız ?

H.K.: Evet onlara ait ama yine de  resimlerimle paslaşan bir mekan yaratmaya çalıştım. Boyada figürleri siyah olarak resmediyorum, üç boyutlularda da film karelerini o siyah etkiye gönderme yapacak bir şekilde, teknik anlamda da paslaştırmaya çalışarak üçüncü boyuta taşımak istedim. Haliyle bu sefer öncekiler gibi beyaz figürlü konstrüksiyon yapamazdım ve daha içimizden gelen yaşama dair geçmiş bir ânı kendime ait bir dilde nasıl üçüncü boyuta taşırım diye düşündüğümde gördüğünüz çözüme ulaştım. Televizyon gibi kutular tasarladım ve bu kutuların içine zaten portrelerini televizyon aracılığıyla gördüğümüz, televizyon filmi dünyasına ait olan kişileri katmanlı bir şekilde yerleştirdim. Onlarla ilgili farklı bir dönüşüm, farklı bir tasarım süreci içerisindeyim dolayısıyla bu sergimde yer almayacaklar. Fakat ben her zaman videoya da ilgi duyan bir sanatçıydım ve 2000’li yılların ilk yıllarından itibaren video denemelerimi de yapmaya başlamıştım. Video-art sergileri düzenledim, uluslararası bir takım organizasyonlar da yaptım. Dolayısıyla geçen sergimde de konseptle alakalı bir videom vardı ve bu sergimde de video olacak.

G. H. :  Bütün çalışmaların bir başlıkta toplanması açısından  ‘başlık’ önemli bir unsur.  Sergilerinizin isimleriyle ilgili vurgulamak istediğiniz nokta nedir? Neden bu isimler?

H.K.: Aslında geçen seneki serginin ismi bir film repliğiydi. Bir gazetede okuduğum bir yazıda“Artık eskisi gibi aşklar yaşanmıyor. Artık sadece benim olacaksın diyen kimse yok.” diyordu dolayısıyla biraz oradan yola çıkarak yaptığım tercihti. Bu seneki sergimin adı da “Yeşilçam’ın Erkekleri” . 2005 senesinde düzenlediğim “İstanbul ve İstanbul’un erkekleri adlı bir video art sergisi vardı. Biraz oradan da esinlendim. Ve neden yeşilçam’ın erkekleri resmedilmesin dedim…

G.H.: Peki serginizle ilgili konuşuyoruz ama bir de sanat yazarı kimliğiniz var… Özellikle 2010 yılına doğru sanat ortamımız çok hareketlendi. Sanat yazarı olarak bu hareketliliği nasıl  yorumlarsınız?

H.K.: Ben olayı sadece 2010 olarak görmüyorum. Aslında 90’lı yıllardan başlayan  hareketlenme arkasından 2000’li yıllarda çok daha büyük hareketlenmeyi getirdi. O dönemde genç etkinliklerle beraber çıkan isimler ki ben de onlardan birisiyim -90’lı yıllarda ilk çıkışımı yaptım- bu gün sanat ortamında belirli yerlere gelmiş isimler. İnternetin iyice yaygınlaşmasıyla, arkadan gelen yeni kuşağın da internetin olanaklarını kullanarak, yabancı dili bilerek, yurt dışına daha sık gidip gelerek kendilerini çok daha geliştirdiklerini ve donanımlı hale geldiklerini ve çok müthiş işler yaptıklarını düşünüyorum.  2000’li yıllarda sanat piyasasıyla ilgili olan hareketlenmenin sanatçılar üzerinde tartışılmaz bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Arkadan gelen kuşak müthiş!

2010 yılına gelirsek; 2010 ile ilgili de son üç senedir özellikle şuna çok dikkat ediyorum  -ki bir iki yazımda da buna değinmiştim- 2010 yılının rüzgarıyla artık etkinliklerin yazın da devam ettiğini, sezonun son üç dört senedir uzadığını görüyoruz. İşte o 2010 rüzgarıyla olan bir şeydir ki biz bunu günümüzde de yaşıyoruz. Bazı galeriler benim takip ettiğim kadarıyla on beş günlük tatil yapıp hemen kimisi ağustosta açılış yaptı, kimisi temmuz sonuna kadar etkinliklerini yaptı. Yaklaşık 15-20 günlük bir tatil sürecini kendilerine ayırarak etkinlikleri non-stop devam ediyor. Yani müthiş bir hareketlilik var, devam edecek ve elbette bu hareketliliği olumlu yönde görüyorum.

G.H.: Yakın zamanda neredeyse kopya niteliği taşıyan işlerle karşılaştık. Sizce bu tip işlerin oluşma sebebi ne olabilir ve bu tip durumları önlemek için ne yapmalı?

H: Şimdi hakikaten çok hareketli sanat ortamı var. Ve İstanbul’da galeri sayısının ben toplam rakamını şua anda bilmiyorum fakat çok fazla sayıdalar. Artı bir takım inseyatifler var, alternatif mekanlarda sergi açan, atölyelerinde etkinlikler yapan başka kişiler var. Dolayısıyla bütün sergileri takip etmek imkansız. Aralarından ancak seçerek bir takım etkinlikler izliyoruz ki çok yoğun bir izleyiciyim aynı zamanda. Sık sergi gezen birisiyim bahsettiğiniz o benzeşmeler taklit / taklit değil noktasında zaten bir takım yayınlar yapılıyor. Bunun nesine bakılır? Tarihine bakılır, bir işin önce kim yapmış fakat ben şuna da inanıyorum farklı coğrafyalarda yaşasalar bile insanlar bir şekilde aynı noktada birleşebiliyorlar diye düşünüyorum. Bir de şu da var; farklı yerlerde yaşayıp benzer bir şeyi yapabilirsiniz çünkü sonuçta aynı dünyanın insanlarıyız ve dediğimiz gibi artık internet ile birlikte dünya artık büyük değil. Bir tıkla ulaşılabilecek bir noktada dünya, dolayısıyla görüp etkilenmiş de olabilirler. Bence önemli olan şu;  malzeme aynı olabilir fakat onu ne kadar özümsemiş, ne kadarını almış, ne kadarını harmanlamış, kendisini ne kadar içinden çıkarmış? Özgünlük açısından ne kadar özgünlük katmış bunlar da önemli diye düşünüyorum. Ama tabi bazen hakikaten çok bariz benzerlikler taşıyan işler oluyor, tabi olmaması gerekiyor. Son yıllarda artık herkes bırakın sadece internetin olanaklarını, koleksiyoner sayısının artması, sanatçı adaylarının çok artması, çok fazla öğrencinin olması, çok fazla genç sanatçının olması, herkesin araştırıyor olması bir şekilde gizli saklı yapılan bir şeyi de ortaya çıkarıyor bir şekilde. Dolayısıyla yapmamalar gerekiyor tabi bu tür şeyleri.

G.H.: UPSD yönetim kurulu üyesisiniz. Günümüzde köklü olarak gördüğünüz kurumlarla ilgili neler düşünüyorsunuz?

H.K.: Aslında kurumsallaşma bizde tam oturmadı. Elbette belirli kurumlar var. Kurum gibi çalışan bir takım galeriler var bunlar kitlesinde çok fazla sanatçıyı barındırıyorlar da fakat her sanatçıyı kabul edemezler. Bu demek değil bu sanatçılar kötüdür ya da iyi değil. Belki sadece bir noktada anlaşamıyorlar ya da uygun görmüyorlar. Dolayısıyla kurumsallaşma derken zaten henüz o kurumsallaşma noktasının başlangıcında olduğumuzu düşünüyorum. Asıl bundan sonraki on seneye bakmak lazım. Belki bir on sene sonra bu süreci değerlendirdiğimizde “işte ilk adımlarının 2000 yıllarında atıldığı ama oturma süreci önümüzdeki gelecek yıllarda” denilebilir olacak. Bu olaya böyle bakıyorum ben. Zaten mantık olarak da her kurum her sanatçıyı kabul edemez, ayrıca bağımsız sanatçıların da olması gerektiğini düşünüyorum, kendim de onlardan biriyim. Bir kuruma bağlı olarak çalışmıyorum ve bu statüdeyim.

G.H.: Geçmişten günümüze başarınızın püf noktası nedir?

Dodoksanlı yılların neredeyse başından tanıklık ettiğim bir süreç var. “Bilen biliyor !” diyeyim, çok çalışıyorum hakikaten çalışıyorum. Çok fazla gezmem,  hala çok tatil yapmıyorum ki tatili de sevmem. Bir hedefiniz ya da birkaç hedefiniz varsa ve eğer yalnızsanız/ sırtınızı bir kuruma dayamıyorsanız daha çok çalışmanız gerekmektedir. Bağımsızsanız daha çok çalışmak zorunda kalıyorsunuz dolayısıyla ben çok çalıştım ve bu günlere gelebildim. Ama tabi burada şunu da  unutmamak lazım; sanatçıyız işimiz uzun soluklu bir iş ve belki bu işin neticesini ancak yıllar sonra alabileceğimiz bir iş yapıyoruz. Şimdiki kuşakları da bizim kuşaktan şanslı buluyorum o noktada. Çünkü kendilerine daha kolay çıkış noktaları yakalayabiliyorlar. Bizim kuşağımız öyle değildi, bu bir kuşak farkı diyelim çünkü bizim dönemimizde özel galeriler, inisiyatifler yoktu. Özel galeriler az sayıda vardı olanlar da sadece hocalarla çalışırlardı. Genç sanatçılarla çok fazla çalışmazlardı. Doksanlı yıllar zaten bu süreçlerin zor dönemi ve ben de o dönemin sanatçılarından bir tanesiyim. Dayandık ama bu noktada şunu söylemem gerekiyor; ailemin desteğiyle de ben bu kadar uzun soluklu dayanmış bir sanatçıyım. Bunu da eklemem gerekiyor.

G.H.: Peki  uluslararası düzeyde geçmişten günümüze Türk sanatçılarının, galerilerin, koleksiyonerlerin konumunu nasıl yorumlarsınız?

H.K.: Aslında yurt dışı fuarlara baktığımız zaman çok fazla sayıda galeri katılmıyor bizden, dolayısıyla galerilerin yurt dışıyla olan bağlantıları noktasında karşımıza çok fazla isim çıkmıyor. Bizdeki yırt dışı çıkışları daha çok sanatçı olarak kalıyor ve bunun örneklerini  50’li – 60’lı yıllarda görsek de yine doksanlı yıllar çok kilit yıllar. Doksanlı yılları sanatçıların yurt dışı diyaloglarının da arttığı yıllar olarak gözlemliyorum. Sanatçıların kimisi yurt dışında yaşıyor, bazıları İstanbul’da, Ankara’da yaşasa da yurt dışı bağlantılarını kuruyorlar. Oradaki galerilerle çalışıyorlar. Çünkü internet ellerinin altında vardı. Çünkü yabancı dili zaten bilerek gelmişlerdi dolayısıyla iletişim noktasında da çok büyük zorluk yaşamadılar. Yurt dışındaki etkinlikleri de Türkiye’deki etkinlikleri  de çok iyi özümseyip çok iyi işler üreten arkadaşlarımız oldu. Yurt dışındaki bir takım Bienallerden, festivallerden, galerilerden doğal olarak teklif alan bir sürü arkadaşımız da oldu ve onlar bu olanakları değerlendirdiler.

G.H.: Son olarak serginize dönecek olursak; sanat yapıtlarınızda teknik olarak yaşanan değişimi şu anki hareketlilikle size yansıyan bir değişim olarak mı, yoksa daima içinizde bir yerde olan ve yeni olanaklarla açığa çıkardığınız bir değişim olarak mı görüyorsunuz?

H.K.: Hakikaten güzel bir soru. Şöyle söyleyeyim; aslında her zaman içimde olan bir şeydi bu. Sinema dünyasını, tiyatroyu, eğlence dünyasını çok seven bir insanım. Mesela hemen hemen her hafta sonu -eskiden belki daha çok- sinemaya giderdim. Şimdi daha çok evde izliyoruz ama…Daha önce de böyle bir sergi yapmak istiyordum çok ilginç bir takım isimler buluyordum ama “ya hay Allah” diyordum “bu soyut çalışmalarımla şimdi ben bu olaya nasıl yaklaşabilirim ki?!”. İstediğim gibi yaklaşamayacağım endişesi olduğu zaman, onu ilk hissettiğim anda zaten düşünmeye başlamıştım. Demek ki burada bir sorun var! “Benim yapmak istediğim başka bir şey ve tam da yapmak istediğimi demek ki yapmıyorum” diye zaten orada düşündüğüm bir şeydi. Ve belki fark etmem 2005 yılı diyebiliriz. Ama dediğim gibi onun öncesinde gelen bir takım örtüşmezlikler var. Yani benim için bu zaten bir süreçti ve aslında bir şekilde böyle çıkacağı belliydi. Çünkü hep kendi kendime düşünüyordum ve şimdi sadece çok önceden düşündüğüm şeyleri yavaş yavaş gündeme getiriyorum. Hepsi bu.

G.H.: Peki serginizle ilgili konuşuyoruz ama bir de sanat yazarı kimliğiniz var… Özellikle 2010 yılına doğru sanat ortamımız çok hareketlendi. Sanat yazarı olarak bu hareketliliği nasıl  yorumlarsınız?

H.K.: Olayı sadece 2010 yılına doğru olarak görmüyorum. Aslında 90’lı yıllardan başlayan bir hareketlenme zaten vardı. O dönemde genç etkinliklerle beraber ortaya çıkan isimler ki ben de onlardan birisiyim – bu gün sanat ortamında belirli yerlere gelmiş kişiler. İnternetin iyice yaygınlaşması, yeni kuşağın internetin olanaklarını kullanarak, yabancı dili bilerek, yurt dışına daha sık gidip gelerek kendilerini çok daha geliştirdiklerini ve müthiş işler yaptıklarını görüyorum.  2000’li yıllarda yaşanan sanat piyasasıyla ilgili hareketlenmenin de sanatçılar üzerinde tartışılmaz bir etkisi olduğunu düşünüyorum. 2010 yılına gelirsek; 2010 ile ilgili de son üç senedir özellikle şuna çok dikkat ediyorum  -ki bir iki yazımda da buna değinmiştim- 2010 yılının rüzgarıyla artık etkinliklerin yazın da devam ettiğini, sezonun son üç senedir uzadığını görüyoruz. Çoğu galeri yaklaşık 15-20 günlük bir tatil sürecini kendilerine ayırarak etkinlikleri non-stop devam ediyor. Müthiş bir hareketlilik var, bu devam edecek, piyasa önümüzdeki yıllarda daha da hareketlenecek, rekabet artacak ve elbette bu hareketliliği olumlu yönde değerlendiriyorum.

G.H.: Yakın zamanda neredeyse kopya niteliği taşıyan işlerle karşılaştık. Sizce bu tip işlerin oluşma sebebi ne olabilir ve bu tip durumları önlemek için ne yapmalı?

H: Sık sergi gezen birisiyim bahsettiğiniz o benzeşmeler taklit / taklit değil noktasında zaten bir takım yayınlar yapılıyor. Bunun nesine bakılır? Tarihine bakılır, o işi önce kim yapmış? Fakat ben şuna da inanıyorum farklı coğrafyalarda yaşasalar bile insanlar bir şekilde aynı noktada birleşebiliyorlar. Farklı yerlerde yaşayıp benzer bir şeyi yapabilirsiniz çünkü sonuçta aynı dünyanın insanlarıyız ve dediğimiz gibi artık internet ile birlikte dünya o kadar da büyük değil. Bir tıkla ulaşılabilecek bir noktada dünya ve dolayısıyla aynı şeye bakıp, görüp etkilenmiş de olabilirler. Ama tabi bazen çok bariz benzerlikler taşıyan işler oluyor.  Zaten son yıllarda artık herkes bırakın sadece internetin olanaklarını, koleksiyoner sayısının artması, galerilerin çoğalması, yurtdışı fuarlarına gidenlerin artması, çok fazla genç sanatçının olması, herkesin araştırıyor olması bir şekilde gizli saklı yapılan her şeyi de ortaya çıkarıyor.

G.H.: Günümüzde köklü olarak gördüğünüz kurumlarla ilgili neler düşünüyorsunuz?

H.K.: Aslında kurumsallaşma bizde tam oturmadı diye düşünüyorum. Elbette belirli kurumlar var. Kurum gibi çalışan bir takım galeriler de var ve bunlar bünyelerinde çok fazla sanatçıyı barındırıyorlar. Sanatçı açısından da olumlu oluyor bu işbirliği. Yurt dışı fuar ya da sergi bağlantılarını kurumları aracılığıyla daha rahat yapıp, sadece yurtiçi değil yurtdışı koleksiyonlara da rahatlıkla girebiliyorlar. Fakat haliyle her sanatçıyı kabul edemez kurumlar. Çünkü sanatçının da kurumların ve galerin de belli bir çizgisi var. Belki kurumlara bağlı çalışan sanatçılardan çok bağımsız sanatçı var. Dolayısıyla kurumsallaşma derken zaten henüz o kurumsallaşma noktasının başlangıcında olduğumuzu düşünüyorum.

G.H.: Geçmişten günümüze başarınızın püf noktası nedir?

Teşekkür ederim…  Hep söylene şey tabi ki yani ‘çalışmak’. Hedefleriniz varsa, arkanızda da sizi destekleyen bir kurum yoksa, hep siz koşturmak zorundaysanız, daha çok çalışıyorsunuz. Sanatçıyız, işimiz uzun soluklu bir iş ve belki bu işin neticesini ancak yıllar sonra alabileceğimiz bir şey yapıyoruz. Doksanlı yılların başından beri sanat ortamına tanıklık ediyorum. Bakıyorum da, şimdiki kuşak bizim kuşaktan daha şanslı. Çünkü kendilerine daha kolay çıkış noktaları yakalayabiliyorlar. Bizim kuşağımız öyle değildi, bu bir kuşak farkı diyelim çünkü bizim dönemimizde bu kadar çok özel galeri veya inisiyatifler yoktu. Özel galeriler az sayıda vardı olanlar da sadece hocalarla çalışırlardı. Genç sanatçılarla çok fazla çalışmazlardı. Şunu da eklemeliyim ki eğer 90’lı yıllardan beri dayanabildiysem, bunu ailemin desteğine de borçluyum.

G.H.: Peki  uluslararası düzeyde geçmişten günümüze Türk sanatçılarının, galerilerin, koleksiyonerlerin konumunu nasıl yorumlarsınız?

H.K.: Aslında yurt dışı fuarlara baktığımız zaman çok fazla sayıda galeri katılmıyor bizden, dolayısıyla galerilerin yurt dışıyla olan bağlantıları noktasında karşımıza çok fazla isim çıkmıyor. Bizdeki yurt dışı çıkışları daha çok sanatçılar ile temsil ediliyor. 90’lı yıllar sanatçıların yurt dışı diyaloglarının da arttığı yıllar. Sanatçıların kimisi yurt dışında yaşıyor, bazıları İstanbul’da, Ankara’da yaşasa da yurt dışı bağlantılarını kuruyorlar. Oradaki galerilerle çalışıyorlar. Çünkü internet ellerinin altında.  Yurt dışındaki bir takım Bienallerden, festivallerden, galerilerden doğal olarak teklif alan bir sürü arkadaşımız da oldu ve onlar bu olanakları değerlendirdiler. Şunu da söylemek isterim son yıllarda bazı galeriler çalıştıkları sanatçılarının işleri önemli müze koleksiyonlarında yer aldı. Bunlar büyük başarılar. Koleksiyoner sayımızda ise 2000’li yıllarla beraber artış var ama piyasadaki satış rakamlarına baktığımızda ya da resimlerin fiyatlarına baktığımızda hala yurtdışı müzayedeleri arasında çok büyük mesafeler olduğunu görüyoruz.

G.H.: Son olarak serginize dönecek olursak; sanat yapıtlarınızda teknik olarak yaşanan değişimi şu anki hareketlilikle size yansıyan bir değişim olarak mı, yoksa daima içinizde bir yerde olan ve yeni olanaklarla açığa çıkardığınız bir değişim olarak mı görüyorsunuz?

H.K.: Güzel bir soru. Şöyle söyleyeyim; aslında her zaman içimde olan bir şeydi bu. Sinema dünyasını, tiyatroyu, eğlence dünyasını çok seven bir insanım. Daha önce de benzer sergiler yapmak istiyor ve çok ilginç bir takım sergi isimleri buluyordum ama kendi kendime de “bu soyut çalışmalarımla şimdi ben bu olaya nasıl yaklaşabilirim ki?!”. Diyordum. Konuya resimlerimle istediğim gibi yaklaşamayacağım endişesi olduğu zaman, onu ilk hissettiğim anda zaten düşünmeye başlamıştım. Demek ki burada bir sorun vardı! “Benim yapmak istediğim başka bir şey ve ben yapmak istediğimi demek ki yapmıyorum” diye zaten düşünüyordum. Ve belki bunu fark etmem 2005 yılı diyebiliriz. Benim için bu bir süreçti ve aslında bir şekilde böyle çıkacağı belliydi. Çünkü hep kendi kendime düşünüyordum ve şimdi sadece çok önceden düşündüğüm şeyleri yavaş yavaş gündeme getiriyorum. Hepsi bu.

G.H: Teşekkür ederim…

Yıl:5    Sayı: 52
Eylül 2011 Sayfa 13

Rastlanti Grup Sergisi

 

 

Rastlanti Grup Sergisi|

Ziraat Bankasi Tunel Sanat Galerisi

04-30 06 2011